24 Şubat 1955’de Türkiye adına Menderes ve Irak adına Nuri Sait Paşa arasında imzalanan Bağdat Paktı’na Nisan’da İngiltere, Eylül’de Pakistan, Kasım’da İran katılmıştı. ABD’nin gözlemci statüsüyle katıldığı paktın İstanbul’daki toplantısının yapılacağı 14 Temmuz 1958 günü, Arap Birliği politikası kapsamında Mısır tarafından desteklenen General Abdülkerim Kâsım Irak’ta darbe yapmıştı. Darbe sırasında, Kral II. Faysal, Veliahd Prens Abdülillah ve Başbakan Nuri Said Paşa linç edilerek öldürülmüş, cesetleri arabalarla bir süre sokaklarda sürüklenmiş ve sonrasında Adalet Sarayı’nın kapısına asılmışlardı. Bundan sonra yaşanan olaylar, ironik biçimde Irak tarihinin en demokrat ve çoğulcu lideri olacak olan Abdülkerim Kasım'ın niyetlediğinin aksine, Irak’ın Kürt, Arap ve Türkmen etnik grupları ile milliyetçi ve komünist grupları arasındaki ilişkilerin giderek kötüleşmesine neden oldu. Bu gruplar arasındaki en kanlı olaylar ise devrimin birinci yıldönümü kutlamaları sırasında, 14-16 Temmuz 1959 günlerinde Kerkük’te yaşandı.
İngiliz arkeoloğu Sir Charles Fellows 1838 yılında İzmir’e geldi, ardından Güneybatı Anadolu’da araştırma gezilerine başladı. Bu tarihe kadar batılı seyyahlar Likya kültürünü bilmiyordu. Fellows, Xanthos, Tlos, Myra ve Olympos gibi Likya kentlerinde araştırmalar yaptı. Bu gezilerin bilimsel raporlarını yayımladıktan sonra, Fellows’u finanse eden British Museum yöneticileri, Başbakan Palmerston’dan II. Mahmud’a müraacat edip Likya’da Fellows ve ekibi tarafından bulunan lahitlerin bir kısmını talep etmesini istediler. Saray önce izin vermek istemedi ama 1839 yılı sonlarına doğru Likya’ya ikinci kez gelen Fellows, bireysel olarak 1841’de izni kopardı ve 1842-1844 arasında Harpy Anıtı, Nereidler Anıtı ve Aslanlı Mezar’ı British Museum’a taşıdı. II. Mahmud’un yolunu Abdülmecid, Abdülaziz ve en çok da II. Abdülhamid izleyecekti…
27 Mayıs 1960’ta Demokrat Parti iktidarını deviren Milli Birlik Komitesi’nin Ankara ve İstanbul üniversitelerinden hukuk profesörlerine hazırlattığı 1961 Anayasası’nın 19. maddesinde “din ve vicdan özgürlüğü” yani egemen Sünni inanç dışında herhangi bir dine, mezhebe inanmak ya da inanmamak anayasal haklar arasında sayılıyordu. İki yıl sonra Ankara’daki farklı fakültelerden 50 kadar Alevi üniversite öğrencisi adına Seyfi Oktay ve Mustafa Timisi’nin başını çektiği bir heyet, 1 Mayıs 1963’te gazetelerde boy gösterecek bir basın açıklaması yaptı. Bildiride devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her türlü inanca eşit mesafede durmasını ve laiklik prensiplerine göre hareket etmesini; Alevilere de bu düzlemde yaklaşılmasını istiyordu.
Osmanlı’nın aslında Türk olmaktan hoşnut olmadığını, "Etrak-ı bi idrak" (İdraksiz Türkler), "Etrak-ı na pak" (pis Türkler), "bed lika Türk" (çirkin Türk), "baği Türk" (haydut Türk) diyerek Türkleri aşağı gördüklerini söyleyenler haklı mı? Buna cevap vermek kolay değil. Çünkü Osmanlı elitlerinin, tarihçilerinin, şairlerinin Türklüğe bakışı tek tip değildi. Kaynaklarda zamana göre, yerine göre ‘Türk’ sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkıyordu.
Yunanca, Tourkia ismi (Yunanca: Τουρκία) ilk defa Bizans imparatoru VII. Konstantinos Porfirogennetos'un (hd 905-959) yazdırdığı De Administrando Imperio kitabında geçmektedir. Fakat kitapta "Türkler" derken Macarlar kastedilmiştir. Benzer olarak Hazar Kağanlığı'na da Bizans kaynaklarında Tourkia denilmiştir. Bizanslılar ancak 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra "Türklerin" Anadolu'da yaşadığı yerlere Tourkia demeye başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un (hd 1081-1118) Haçlı komutanlarından Flandre Kontu Robert’e yazdığı mektupla başlayan sayısız yazışmanın sonucu ortaya çıkan "Türk" imgesi ise şöyledir: "Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlak kuralları gözetmez, iğrenç eylemleri sonucu en korkunç günahları işlemeye yatkın, ancak gözüpek kişilerdir."
Türkiye Suudi ailesinden Abdülaziz'in 1926'de kendini Hicaz ve Necd Kralı ilan etmesini tanımakla kalmadı, 5 Haziran-6 Temmuz 1926'da Mekke'de toplanan hilafet konferansına da temsilci gönderdi. Ama en sıcak ilişkiler, Abdülaziz'in oğlu Emir Faysal'ın 8-23 Haziran 1932 tarihindeki Türkiye ziyaretinde kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Suudilerle ilişkiler samimi değil, ama gayet barışçıl ve dostane idi. Taraflar birbirinin işine karışmamış, rejimlerini birbirine empoze etmeye kalkmamıştı. 1938 sonrasında Türkiye-Suudi ilişkileri zaman zaman soğudu, zaman zaman sıcaklaştı; ancak hiçbir zaman günümüzdeki gibi öngörülemez olmadı.
1974'te Fransa'nın Agde kentinde düzenlenen Uluslararası Naturist Federasyonu'nun (INF) XIV Kongresi, natürizmi şu şekilde tanımladı: Kendine saygıyı, başkalarına ve çevreye saygıyı teşvik etme niyetiyle toplu çıplaklık uygulamasıyla karakterize edilen doğayla uyumlu bir yaşam biçimi. Antik dönemde soylu veya sporcu erkeklere has bir ayrıcalık olan çıplaklık, Helenistik dönemde, Ortaçağ’da, Rönesans döneminde ve Aydınlanma Çağı’nda sosyal yaşamdan ziyade güzel sanatların alanına bırakılmış böylece “nü heykel” veya “nü resim” diye bir kategori ortaya çıkmış. Günümüzde sosyal ve sanat alanında nüdizm sadece üç ülkede İran, Irak, Suudi Arabistan’da yasadışı, diğer İslam ülkelerinde açıkça kanun yok. Osmanlı/Türk ülkesinde nüdizm değil ama nü resim Batı ile ilişki içinde ve oldukça mahcup biçimde filizlenmiş. Bu etkileşimde önemli rolü olan kişi Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sağ kolu Mehmet Şerif Paşa’nın oğlu Halil Şerif Paşa adlı bir Osmanlı “dandy”si, bir Osmanlı “flaneur”ü ile onun Gustave Courbet’ye sipariş ettiği “Dünyanın Kökeni” adlı tablo bu haftanın konusu…
Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çevresinden Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni “öldürüşçülüğünün” hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Bu kişilerin her birinin hikayesi çok ilginçtir ama Topal Osman’ın temsili nitelikteki öyküsü hepsinden daha zihin açıcıdır. Cihan Harbi’nden sonra galipler İttihatçılığın ve Ermeni “öldürücülüğünün” hesabını sormaya kalkınca silahlanıp çete kuranlardan birinin hikayesi hepsinden daha zihin açıcıdır.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın Osmanlı Devleti’nden kopması, 1783’te de Ruslar tarafından işgal edilmesi artık çanların Çerkesler için çalması anlamına geliyordu. 1787-1792, 1806-1812 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakıldı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont İvan Fyodoroviç Paskeviç’e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek” idi.
“Dünya üzerindeki en iğrenç halk” sorusuna “Flamanlar, Yahudiler ve Türkler” diye cevap veren Voltaire şöyle der: “Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralar koskoca bir kitap olur. Ben, kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara ilgisiz davranan Türkleri sevmem fakat iftiradan o kadar iğrenirim ki, onlara dahi çamur sıçratılmasına katlanamam. Türkler gururludurlar fakat asilzadelik taslamazlar. Cesurdurlar, yiğittirler ama düello etmezler. Çünkü ancak savaşa giderken kılıç taşırlar. Özel yaşamlarında silahsızdırlar. Bunun aksine, barbarlık ve şövalyelik çağlarından beri Avrupalılar için, belinde kocaman kılıçla yemek masasına oturmak bir şeref meselesi olmuştur. Türkler ise gösterişi sevmezler.” Voltaire takma adıyla tanıdığımız, 1694-1778 yılları arasında yaşamış olan büyük Fransız düşünür François Marie Arouet’nin dediği gibi, ya da 20. yüzyılın büyük gazetecisi Çetin Altan'ın dediği gibi Türklerde düello yok muydu?